9 Eylül 2012 Pazar

Sihirli Günler..


Küçükken Sihirli Annem dizisini çok severdim. Karakterimdeki "sevdiği şeyleri 50 kere izleyebilme ve okuyabilme eğilimi"nden dolayı tekrarlarıyla birlikte defalarca izlemişimdir bu diziyi. O zamanlar ortaokula gidiyordum. Dizinin fantastik olmasından dolayı aldığı bir çok eleştirinin yanı sıra, geçen yılki yeni bölümlerinin "Amerikan Pastası" hâline gelmesi elbette biraz kaygı verici. Yine de çok severdim ben eski bölümlerini. Orada periler birbiriyle vedalaşırken "Sihirli Günler" derlerdi bir iyi niyet göstergesi olarak.


**

Değişik günlerden geçiyoruz dostlar, kimi zaman sihirli, kimi zaman acı verici, hep yeniliklere gebe...
Vatanımızın üzerinde kara bulutlar dolanıyor tabiri caizse son bir kaç haftadır. Ard arda gelen terör ve şehit haberleri. Çok büyük kazalar vs. Bir ihvanım Twitter'da yazmıştı "dualar eksildi son zamanlarda herhalde ki ülkemizdeki fenalıklar coğaldı..." diye. Çok doğru aslında. Ümmeti Muhammed için ne kadar dua ettiğimizi sorgulamamız lazım belki de biraz.


Elbette bu acılar hepimizin acısı. Lakin hepimizin kendi şahsi hayatı da var, heyecanlarla, mutluluklarla veya acılarla dolu.

Bendeniz de bu aralar öyle günlerden geçiyorum işte.
Bayram tatilimi Datça'da geçirmek ve mavi bayraklı denizden istifade etmek fırsatım oldu. Ailemle birlikte vakit geçirdim.
Dönünce evime çok kıymetli bir misafir geldi. Ailemden biri gibi olan biri...



Sonrasında ise İstanbul yolcusu olduk.

İstanbul olayı benim için çok farklı aslında. Ben İstanbul'da doğdum ve çocukluğum burada geçti. Sonra hayat bizi -şükürler olsun ki- önce Antalya'ya sonra Burdur'un beldelerine savurdu. Yaşananlar, İstanbul'un kalabalığı, küçük yerlerin samimiyetini geç bulmamız vs. bütün bunlar üniversite hayatında İstanbul'u asla düşünmemem gerektiği mesajını veriyordu bana. Ben Eskişehir, Ankara ya da Erzurum istiyordum niyeyse. Bu şehirler hakkında hiç bir fikrim olmamasına rağmen. Ve lise  hayatım boyunca da İstanbul diye yanıp tutuşanları hep bu şehirden soğutmaya çalıştım. O zamanki yaşımın vermiş olduğu hallerden dolayı da belki, üslubum sert oluyordu kimi zaman. Kınamış ya da büyük konuşmuş olacağım ki İstanbul'dan kurtulamadım bu konuşmalardan sonra :)
Önce Fatih Üniversitesi mevzusu çıktı. O sıralar Fatih ve Bilgi Üniversiteleri dışında başörtülü alan bir yer varsa bile, biz bilmiyorduk. Fatih'e gidebilmek hayatımızın bir numaralı amacı hâline gelmişti. Ve Allah nasip etti. Biyoloji bölümüne öyle bayıla bayıla gitmesem bile, istemeyerek de gitmemiştim. O yüzden okula başladığım ilk günlerde servis arabası kampüsün yanına varıp garaja girmek üzereyken o kuş bakışı ve heybetli manzara, bende "gözleri doldurma etkisi" oluşturuyordu. Fatih demek benim için duaların kabulü demekti çünkü.
Sonrasını blogumu takip edenler bilir, bir çok olay ve şart, benim Fatih Biyoloji'den ayrılmaya karar verme sonucumu doğurdu. Geçen sene kaydımı dondurdum, ve bir daha buraya döndüğümde, ne hâl üzere döneceğimi merak ederek belki de, okula veda ettim.
Bu yıl sınava hazırlanma periyodumda da İstanbul yine birinci elden düşündüğüm bir yer değildi aslen. Danışman hocamız hedefimizi sorduğunda Cerrahpaşa Tıp demiştim; ama bu benim ütopik hedefimdi. Yani, bilgisayar mühendisi olmak isteyen herkesin Bilkent kazanmak istemesi gibi bir şeydi. Olmasına hiç ihtimal vermiyordum. Hep Antalya'yı, Akdeniz Tıp'ı kazanabileyim ne olur Allah'ım psikolojisindeydim. Orayı kazanmak bile benim için o an imkansıza yakın gözüküyordu çünkü. Ama sonra, nail olduğum lütuflar, kaderin cilvesi ve belki de yine o büyük konuşmalarımın sebebiyle kendimi Cerrahpaşa Tıp'tan da yüksek puanla öğrenci alan Çapa Tıp'ı kazanmış olarak buldum. Böylece, en azından şimdilik dünyaya geldiğimden beri yaşadığım yerler, bir daire oluşturmuş oldu:
İstanbul-Kemer-Antalya-Burdur-İstanbul

Elbette hayatımızın bundan sonraki kısmında bu daire çözülür de düz bir zincire mi dönüşür, yoksa bu hâlini muhafaza mı eder, bilemeyiz...

İstanbul'a gelir gelmez, hemen o gün Fatih Üniversitesi'ne yollandım. Okuldan ilişiğimi kesmemin ve Toshiba Satellite'ımla vedalaşmamın zamanı gelmişti. Okulda işlerim kolay oldu diyebilirim, birkaç birime birkaç belge imzalattım ve son olarak bilgisayarımı teslim etmek üzere bilgi-işleme gittim. Orada çalışan abimiz, bilgisayarın bende kalması konusunda oldukça istekliydi. Bana makul denebilecek bir fiyat karşılığında pc'yi satın almamı teklif etti, ben de aileme istişare edip kabul ettim. Bu sayede hem yeni bir bilgisayarın getireceği mâli külfetten kurtulmuş oldum, hem de eşyalara bağlanabilen biri olarak, bu çok sevdiğim eşyamdan ayrılmamış oldum. Her şey bittikten sonra, lise diplomamı ve Çapa'da derslerimi saydırmama yarayabilecek bazı belgelerimi almak üzere Öğrenci işlerindeydim. Ne ilginç bir tevafuktur ki o gün 3 Eylül'dü: 3 Eylül 2009'da Fatih'e kayıt yaptırmış, 3 Eylül 2012'de ise yeni umutlara yelken açmak üzere oradan ilişiğimi kesmiştim. Öğrenci işlerinden gözlerim dolu dolu çıktım. Mutlu olmak için bazı şeylerden vazgeçmemiz gerektiği çok açık, yine de... "Hem ağlarım; hem giderim." diye bir şey var...

Ertesi gün Çapa'ya gittim. Teyzemin Beylikdüzü'ndeki evinin neredeyse önünden geçen bir ekspres otobüsün Çapa'nın da önünden geçiyor olması, hayata olan umudumun artmasına sebep oldu. Ufak tefek bir kaç aksilik ve kampüs/hastane bahçesi benzeri mekanın içindeki bir kaç kaybolma tecrübesini saymazsak "Lilinin tereyağından kıl çeker gibi yaşaması" gibi işlerimi hallettim diyebilirim.

Son iş kalacak yer ayarlamaya kalmıştı. 3 kıştır gurbetteydim ben, ve artık sılaya varmak istiyordum. Şükürler olsun bu sefer nasip oldu. Okula yakın, tıpçı kardeşlerimizle kalacağım bir ev nasip oldu gibi şimdilik. Daha gidip göremedik, ama o da olur inşallah. Rabbim kıymetini bilebilmeyi ve hakkını verebilmeyi nasip etsin.

Artık işlerimin hepsi bitti sayılırdı, ama yine de İstanbul'daydım. Yapacak hiç bir şeyin olmadığı günlerde; yapacak, düşünecek, korkacak, hayal edecek çok şeyler çıkar bazen. Ve inanamayacak. Hayat bu en nihayetinde...

Hele de sihirli sabahlara uyanıyorsanız, ya da sihirli sabahlara kadar uyumuyorsanız, böyle şeylere hazırlıklı olmalısınız...

Beylikdüzü sabahları çok güzel.

**

Hepinize sihirli günler...

****
*******


Bu kuklaların kukla olmadığı besbelli 
Ne söyledilerse tıpıtıpına gerçek besbelli 
Altın saçlarını yana atışı yok mu Lilinin 
Lilinin yağdan kıl çekercesine inanışı 
Lilinin yağdan kıl çekercesine yaşayışı yok mu 
Kuklalar titremesin ne yapsın 
Adam konuşmasını bilmezse ne yapsın 
Kuklaların kukla olmadığı besbelli 
Lilinin çekip gideceği besbelli 
Lilinin dönüp geleceği besbelli 

Ekmek ha bakkalın olmuş ha Cabaret de Paris'nin 
Sen herhangi bir ekmek yiyeceksin işte Lili 
Ekmek ne kadar Allahınsa Lili de o kadar Allahın Lili 
Yüzün ruhun kadar aydınlık ya Lili 
Gönlün soğuk sular güzel aynalar gibi ya Lili 
Anladın ya kutunun içinden çıkan mendil 
Olamaz Üsküdardan geçeriken bulduğun mendil 

-Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Lili 
Demek bizi bırakıp gidiyorsun Lili 
Sen daima güzeller güzelini bulursun Lili 
Sen istesen de taş yürekli olamazsın 
Sen daima güzeller güzeli olursun Lili 
Demek gideceksin arkana dönüp bakmayacaksın 
Hangi kuş hangi şafakta ölecek görmeyeceksin 
Öyleyse al bu kürkü bu veda kürkünü Lili 
Tüyleri şiirler olan bu mahcup kürkü 
Sen daima Sultanlar Sultanı olursun Lili 
Demek sen gidiyorsun Lili 
Bizi öpmeden mi gideceksin Lili 

Lilinin güneşin altında duruşu yok mu 
Perdeleri sıyırıp çirkin adamı burnundan yakalayışı yok mu 
Eline bavulunu alışı yollara koyuluşu yok mu 
Çirkin adamın güzel adam oluşu yok mu 
Yaklaşıp onu saçlarından yakalayışı 
Uzaklaşıp yollarda yol oluşu yok mu 
Lilinin bir tavşan gibi koşuşu 
Keklik gibi dönüp bakışı ve yıldırım gibi koşuşu yok mu 
Adam da tam o zaman kapıdan çıkmaz mı dışarı 
Lilinin adamın boynuna çocukça ve çılgınca atılışı yok mu 

Ben konuşmasını bilmem Lili


Sezai Karakoç






21 Ağustos 2012 Salı

No Kitty!


Hayvanlarla ilgili çocukluğumda pek hoş anılar yok. Çünkü annem onlara yaklaşmama pek izin vermezdi. Dokunmak söz konusuysa, sadece sahipli köpekleri sahiplerinin gözetiminde sevebilirdim. Dokunmak söz konusu değilse, bir tane balığım olmuştu hani şu fanustakilerden. Adı Bambi'ydi.(Nedense geyik ismi) Bir sabah kalktığımda onu yerinde göremedim. Anneme sorduğumda bana hastalandığını ve onu aldığımız yere geri götürdüğünü söyledi. O zamanki çocuk saflığımla bunu yutmuştum. Ama gerçek daha trajikti: Maalesef Bambi ölmüştü. Sonra bir ara muhabbet kuşum oldu. Ama tüylerine alerjim olduğu için onu da vermek zorunda kaldık. Zaten ne biçim muhabbet kuşuysa, ne konuşuyor ne de uçuyordu. Sadece fırsat bulduğu zamanlarda kafesin demirlerinin arasından çıkıp kül tablasının içine konuyordu. Muhabbet kuşunu verdikten sonra bir kaç yıl geçti. Bir tanıdığımız ben çok istiyorum diye bana pazarda satılan sarı civcivlerden aldı. O kadar küçükken civcivlerin ne kadar hassas olduğunu bilirsiniz. Gece uyurken yanlarında el feneri yakmak zorundaydık ki donmasınlar. İlk geceyi fener vesilesiyle güvende geçirdiler. Sonraki gece ise fenerin pilinin bitmesiyle birlikte onların da sonu en az Bambininki kadar kötü oldu. :( Son olarak 10 yaş doğum günümde bir su kaplumbağam oldu. Sanırım en sorumlu olarak baktığım evcil hayvan oydu. Onunla 5 yıl boyunca beraberdik. Bu dönem içinde beni feci şekilde ısırması da dahil olmak üzere bir sürü muhteşem olay yaşadık. Ama lise 1 e geldiğimde artık vücut bütünlüğüme zarar gelmeden onunla ilgilenmem zor oluyordu, çünkü kocaman olmuştu, ısırma hamlesi yaptığı zaman kafası çok uzağa yetişebiliyordu. Ayrıca onu doyurmak mümkün değildi. Çok büyüdüğünden dolayı kaplumbağa yemi artık yeterli değildi ve ne bulursa onunla idare ediyordu: Buna tost ve çiğ tavuk da dahildi. Bu durumlara daha fazla tahammül edemeyip en sonunda onu pet shopa verdik. Kediler konusunda ise neredeyse hiç deneyimim yoktu. Annem kedilerden hiç hoşlanmazdı ve bu yüzden benim de onlarla samimiyet kurmamı istemezdi. Ev kedisi olan tanıdığımız zaten yoktu. Sokak kedilerine ise dokunmam yasaktı. Ortaokula geçtiğim sene kolum alçıdayken en büyük uğraşım yan bahçedeki yavru kedilerin annesine süt vermek oluyordu. Yavrular gün geçtikçe annelerinin sütüyle büyüdüler. Fakat yine bir felaket sonucu bir gece köpekler tarafından katledildiler.

Size anılarımın iyi olmadığını söylemiştim.


Ama liseye geçmemden sonra bu konudaki durum tersine döndü diyebilirim. Lise 2 den itibaren şu an en yakın arkadaşlarımdan biri olan T.nin evine kalmaya gitmeye başladım. Onların her zaman ortalama 3 tane kedileri vardı. İlk zamanlar Tombiş popülerdi. Kendisi bulaşık makinesinin pervanesiyle oynamaktan hoşlanıyordu. Maalesef biz lise 4 teyken öldü. Boncuk evin en şirin ama en yaşlı kedisiydi. Sanırım yaşlı olduğu için bazı hafıza problemleri yaşıyor, çünkü başörtülü olan kişileri birbirinden ayırt edememek gibi bir problemi var.(hâlihazırda) Ortamda yabancı birini fark ederse de hemen arazi oluyor ayrıca. Diğer bir tanesi Tonton. Tonton zaten ilginç pozlarıyla, özellikle de tıp notlarının üzerinde yatarken verdiği pozlarla Twitter'da oldukça popüler. Bu güzide kedinin hobileri arasında marul yemek vardır. Evet yanlış okumadınız. Hayvan marul yiyor; hem de bizim ezberlerimizi bozarcasına. Sadece hastalandığında değil, her an yemek istiyor. Bizler için Burger King yemekleri neyse Tonton için de marul o. Hani biz kola kutusu açılırken çıkan o olağanüstü sese duyarlıyızdır ya, Tonton da aynı duyarlılığı buz dolabına karşı gösteriyor çünkü dolapta marul var!
Ama T.nin evindeki kedilerin en ilginci açık ara farkla Padi. Padi T.lerin evine yaklaşık 50 tane kedisi olan bir kadının bahçesinden gelmiş. Biz Padi'nin bu ilginç durumunu o bahçede yaşadığı yavruluk travmasına bağlıyoruz. Bu hayvan oturan bir insan gördüğü anda, o kişinin üzerine mutlaka oturmak zorundadır. Bu ilk başta size oldukça sevgi dolu gelebilir. Ama bir süre üzerinizde oturulduktan sonra bacaklarınız ağrımaya ve terlemeye başlıyorsunuz. 5 dk yere indireyim deseniz, hoop tekrar kucağınızda bitiveriyor. Çok güzel bir kedi olduğu için onu seviyorsunuz. Ama bu yılışıklığı insana kal getirecek derecede. Buna ek olarak Padi hayatımda gördüğüm en agresif yaşam formlarından biri. Kendisiyle aynı ortamda başka bir kedi bulunmasına asla tahammül edemiyor ve hemen vahşice saldırıyor. Dediğim gibi yavruluk travması. Bence bebekken diğer 50 kedinin arasında hep hayat mücadelesi vermek zorundaydı ve o yüzden böyle agresif oldu. Ve onu bebekken kimse kucağına alıp sevmiyordu, o yüzden eski günlerin acısını çıkarırcasına şu an bulduğu tüm kucakları kişi ayrımı gözetmeksizin değerlendiriyor.
Ben Padi'nin bu haline çok gülüyordum. Bir gün arkadaşım T. bana bir resim gönderdi, ve "Aynı bizim Padi, değil mi? :D" dedi. Bakınız resim aşağıdadır:



















Padi'ye çok güldüğümden olsa gerek, benim başıma şimdi daha kötüsü geldi. Datça'dayım şu an ve burası çok güvenli bir yer. O yüzden geceleri yatana kadar kapıların açık durması burada adet gibi bir şey. Bembeyaz ve çok tatlı bir kedi var burada. Kendisine  Kartopu ismini verdim. Evin kapısı sürekli açık olduğu için Kartopu dilediği gibi giriş çıkış yapabiliyor. Ve bu kedide Padi'de olandan daha kötüsü var: Hem sürekli kucağınızda olmak istiyor hem de kucaktayken bile sevgi arayışına devam ediyor.(Bu yüzden kendisine Padi Plus da diyoruz.) Hani kediler kendilerini sevdirmek için başlarını insanların bacaklarına sürterler ya. Kartopu bunu sizin kucağınızdayken size yapmaya devam etmek istiyor. İnternet başında biriyle yazışıyor oluyorum, hayvan tepemde. Klavyenin üzerine çıkıp harflere basıyor. Yere indiriyorum tekrar kucağıma çıkıyor. Evden dışarı çıkarmak istesem yine gelecek çünkü kapı açık duruyor. Çok sabrımı taşırırsa çareyi onu korkutarak kovalamakta buluyorum, o zaman bir süre gelmiyor. Bugün namaz kılarken seccadede öyle bir noktada durdu ki, ne üstünden ve yanından secde etmeyi başaramadım. Hoş zaten başarsaydım da muhtemelen bu sefer de kafamın üstüne çıkacaktı. Hayvanın değişik huyları var...

Evet dediğim gibi hayvanların değişik huyları var, aynı insanlar gibi. Bunu onlarla beraber uzun süre geçirdiğinizde anlayabiliyorsun ancak. Ve sorumluluğu da çok büyük. Bir insan yavruyken şirin diye aldığı bir evcil hayvanı yaşlanıp da hastalandığında sokağa atmamalı, bu zalimce geliyor bana. Ama hayatın gidişatı içinde insan buna mecbur olabiliyor. O yüzden belki de en iyisi en başta hiç almamak, eğer sorumluluğunu taşıyamayacaksak. Aksi takdirde sonuçlar benim çocukluğumda olanlar gibi son derece trajik olabiliyor...

19 Ağustos 2012 Pazar

Azmiyle, Ümidiyle Yaşar Hep Yaşayanlar

"...
ben son derece radikal bir şekilde 2 yıl önce cesaret edip de veremediğim bir karar verdim: 2012 yılında üniversite sınavına tekrar girmek. Daha verimli ve çok çalışarak. Tıp hedefiyle. Sonradan keşke dememek için. Bu ciddi ve riskli bir karar. Bu yüzden okulu dondurmak, eğer olmazsa da okulla ilişiğimi kesmek zorunda kalacağım. Rabbimin beni kendime, Kendine ve diğer kullarına karşı utandırmamasını niyaz ediyorum O'ndan. Bu uzun ve zorlu süreç aktif olarak Eylül'ün ortasında başlayacak. Bucak'ta dersaneye gidip kendi evimde sınava hazırlanacağım inşallah.
 ...                               "


***


Bu benim için çok, ama çok önemli bir yazı. Nereden başlayacağımı bilemedim. O yüzden de her şeyin başladığı yerden başlamak istedim. Geçen sene "Radikal Karar"ımı duyururken yukarıda gördüğünüz cümlelerle ifade etmiştim kendimi. Yazı çok uzundu. Söz konusu cümleler ise olayın özüydü.

Blog yazmak mükemmel bir şey. Gerçekten. Hele de uzun solukluysa blogunuz, bugün benim yaptığım şey gibi bir şey yapmanın zevkini en derinden tadabilirsiniz. Duygularımı buradan ifade etmemiş olsaydım da, beni bu yazımı okumaya zahmet edecek kadar tanıyanlar, zaten beni az çok anlayacaktı. Ama söz uçar yazı kalır. Daha iyi anlaşılmak için bildiğim daha iyi bir yol yok.

Maraton bitti. Yarış bitti. Geçen yıl "Sınav, Biyoloji, Fatih, V E D A ..."yı yazarken, bugün bu halde olabileceğimi asla ön göremezdim. Evet, bir umutla yola çıkmıştım. Umudum her şeyim olmuştu. Buna rağmen öğrenci kartını elimde görene kadar inanamayacağım, dedim hep. Daha kartı almadım, ama artık içimi dökmek istiyorum:

"Radikal Karar"ımı blogumda ilan ettikten kısa bir süre sonra Bucak'ta Körfez Dersanesi'ne yazıldım.
 Dersane müdürümüz 2009'daki sıralamamı sordu.18binlerde olduğunu duyunca da; bunu 3binlere çekeriz inşallah, dedi. Ben de kendimden emin olamayan bir edayla "İnşallah" dedim. Kayıt olup kitapları aldıktan sonra ufak çaplı çalışmalar başladı bende. Daha dersler başlamadan hızlanmak için "İlk Adım Mat 1 Soru Bankası"nı bitirmeyi hedefledim. Bir kaç hafta içinde hedefime ulaşmak nasip oldu. Sonrasında da dersanenin Türkçe SB'sini çözmeye başladım. Bu sefer Matematik gibi hızlı olmadı maalesef. Bu kadar fazla Türkçe çözmek midemi bulandırıyordu. Kitap bitti ama ben Türkçe yüzünden travma geçirdim. Aylarca Türkçe'den uzak kalmama yol açtı bu durum. Siz siz olun tek bir dersi çok ağırlıklı olarak çalışmayın.


Dersane başladı. Elbette dersanede oldukça popülerdim :D "Üniversiteyi bırakıp tekrar hazırlanan kız"dım ben çünkü. Deneme sınavlarında iyi dereceler gelmeye başlayınca 12. sınıfları bir merak sarmış olacak ki, Fizikçimizden beni kendi sınıflarına götürmesini istiyorlar, bazen benimle tanışmaya geliyorlardı. Bunun dışında bazen üniversitede hayatın nasıl olduğuna dair sorular soruyorlardı. Sınıfımıza kısa sürede alıştık denebilir. Zaten 10 kişi civarındaydık. İlk haftalarda teneffüste sınıfa bir sessizlik hakimdi. O zamanlar ders aralarını test çözerek filan değerlendirdiğimiz oluyordu. Tabii sonradan sınıfçak kaynaşınca, bırak teneffüste test çözmeyi bazen kendimizi "Hocam bu ders, ders işlemeyelim. Sohbet edelim, n'oluur" :D derken buluyorduk. Hocalar elbette süperdi: Bazen kendimizi Türkçe dersinde ülkemizin siyasi meselelerini tartışırken buluyorduk, bazen Kimya dersinde Hasan Hocamızın P.V=nRT formülünde T(mutlak sıcaklık) 0'a eşit olursa elektronların çekirdeğe düşeceğinden ve maddede sonsuz bir küçülme meydana geleceğinden bahsetmesini(wooww yazması bile acayip karizmatik) hayranlıkla dinliyorduk. Ve hepsinden de mükemmeli (beni tanıyanlar şaşırmayacak) Perşembe sabahları ilk tenefüste yaptığımız kahvaltılardı! Yiyecekleri her hafta başka biri getiriyordu, Fizikçimiz Murat Hoca da çayları ısmarlıyordu. Ben hayatımda Murat Hoca gibi birini görmedim. Onun önderliğinde her şey için bir bahis söz konusu oluyordu:
"Fem Setler şu güne kadar yetişmezse, ödevini yapmayanlar bütün sınıfa çay ısmarlasın. Fakat yanlış anlaşılma olmasın yetiştirirseniz ben size bir şey ısmarlamayacağım :D"
"Abla(ben), Zaman Denemesi'nde 1. olmuşsun; bence bu başarının zekatını vermen gerekir, ee sınıfa ne ısmarlıyorsun?"
"Abla ilk bine girersen BÜTÜN SINIFI KESTEL'E BALIK YEMEYE GÖTÜRÜYOR MUSUN!?
"
ve bunun gibi :D
Elbette bu bahislerin en güzel yanı bir şeyler yiyip içmekti :D

Diğer taraftan danışman hocamız Mihriban hoca bize bir kaç binlik bir soru çözme hedefi vermişti, kazanan kapalı olursa eşarp, değilse fular kazanacaktı. İddianın sürdüğü günler boyunca sınıf kızları birbirlerine "O FULAR/EŞARP BENİM OLACAK. HAHAHAHA!!" şeklinde tehdit mesajları çekiyor; ve teneffüslerde rakibinin soru çözmesine engel olmaya çalışıyordu.

Bütün bunlar işin eğlence kısmı. Ciddi olan kısımdan söz etmek gerekirse onda da anlatılacak çok şey var:


Öncelikle dersanenin eğitimini çok kaliteli buluyordum, hocalarımız gerçekten iyiydi, hem iyi ders anlatıyorlar, hem güzel defter tutturuyorlar, hem de çok pratik soru çözme yolları gösteriyorlardı. Eğitim performansından daha iyi olan tek şey ise ilgi ve alakalarıydı. Dersaneye çok fazla devamsızlık yapmadığım halde, nadiren gelmediğim ve geç kaldığım zamanlarda hemen telefon edip halimi soruyorlardı. 15 tatildeki ve LYS'den önceki hafta yapılan kamplardaki özverilerinden söz edebilirim, ama ifade etmekte yeterli olur muyum bilmiyorum. Hiç bir öğretmen mesai saatleri dışında, hatta gece karanlığında bile öğrencilerin ayağına gelip soru çözmek zorunda değildi. Hiç bir dersane müdürü gece 10'da yurt yurt dolaşıp öğrencilere dondurma ya da çiğköfte servisi yapmak mecburiyetinde de değildi. Ama onlar yaptılar. Allah hepsinden razı olsun. Emekleri çok fazla üzerimizde. Dersanenin ahvalinde fazlaca bahsettim galiba. Vefalı olmak istedim sadece. Benim gördüğüm güzellikleri başkaları da bilsin istedim, o kadar. 

Neyse, kendi performansıma geçeyim. Kurban bayramına kadar dersaneyle aynı anda gidebiliyordum, konu olarak. Fakat Kurban Bayramı'nda bir kaçırdım, bir daha da yetişemedim. Sayısala ek olarak Sözel'e de bakmaya  çalışıyordum. İyi ki de bakmışım çünkü YGS'de, bilhassa Felsefe'de çalışmalarımın çok faydasını gördüm. Sözel çalışmalarım bana sadece sınavda faydalı olmadı elbette, genel kültür anlamında da faydalı oldu. Felsefe namına lisede hiç bir şey anlamadığımı farkettim ve benim zeka seviyemdeki insanlar için Felsefe'nin lise 3 te henüz erken olduğu kararına vardım. Yaşımın büyümesi sadece Felsefe açısında değil bütün dersler açısından bana olumlu etki yapıyordu. Sanki kavrayışım gelişmişti. Sorumluluk duygum da. Bu kadar şeyi riske edip tekrardan hazırlanmak da bana ayrı bir bilinç katmıştı. Ufak tavizlerin ne kadar büyük zararlara ve pişmanlıklara yol açabileceğini artık çok daha iyi biliyordum ve bu durum bana olumlu etki yaptığı kadar zarar da veriyordu. YGS yaklaştıkça gerginliğim artmaya başlamıştı. Son haftalarda durumum had safhaya vardı. Artık sınava geç kaldığım kabuslar filan görüyordum yani. Ki sınavda da benzer bir durum başıma geldi. İlk başta okula giderken trafiğe takıldık. Beni götüren arkadaşım Tuba, yetişmek için kendi tabiriyle "Trafik Canavarı"na bağlamıştı. Kırmızı ışıkta geçmeler filan. İkinci olay ise okula vardıktan sonra sınıfa girme hususunda yaşandı.
 Erken girersem heyecanlanırım diye sınav salonuna geç girmek istedim bu sefer de son 1 dk da sınıfa ulaşabildim ancak. O kadar telaşlanmıştım ki anlatamam. Stresim sınav boyunca hiç dinmedi. Sürekli çarpıntım olmasına ek olarak bir de ellerim titriyordu ve kalemi sabit tutabilmek için ellerimi masaya dayıyordum. Sınavda bu derece kötü olduğum için sınavdan çıktıktan sonra yaptığım hiç bir şeyden emin değildim. Zaten zar zor yetiştirmiştim ve kodlama hatası yaptığımdan ciddi anlamda kuşkulanıyordum. Eve gittik ve TV'de cevapların verilmesini izledik. Sonucum kötü olmasa da o anda üzerimde haftalardır biriken stres yüzünden ağladım, ve bu eğitim sistemine karşı bir kez daha öfke duydum.

YGS'nin yapıldığı 1 Nisan ile sonuçların açıklandığı 20 Nisan arası bir kayıp zamandı diyebilirim. Sonucumu inanılmaz derecede merak ettiğim için çalışmaya konsantre olamıyordum. Buna ek olarak bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine bu normal olmayan sınav stresiyle mücadele edebilmek için Psikiyatri'ye gittim. Zamanımı bilgisayar oynayarak, Kore dizisi izleyerek filan geçirmeye çalıştım. Sonuçların açıklanmasından önceki son 3-4 gün ise her an dehşet vericiydi. Her dakika "şu gün açıklanacakmış" tipinde söylentilerle mücadele ediyorduk. Dersteyken kapı çalarsa herkes heyecanla nefesini tutuyordu, acaba sekreter abla sonuçların açıklandığını mı haber etmeye gelmişti. En son olarak hayatımda duyduğum en saçma şeylerden biri olarak "Sonuçlar 5'te açıklanacakmış. Ama günü belli değilmiş.
" şeklinde bir açıklama yapıldı. Ben bunun kesinlikle akşam 5 olduğuna kanaat getirdiğim için sabah 5 te bakma gibi bir gereklilik duymadım. Ama ÖSYM bizi gafil avladı! :D Bugün öğlene kadar uyuyacağım, artık beklemekten bıktım dediğim bir Cuma sabahı 7 sularında Tuba beni aradı ve heyecanla sonuçların açıklandığını söyledi. Hemen şifremi verdim ona ve uyku sersemi bir vaziyette YGS-2 puan türünde 6530. olduğumu öğrendim. Bu benim için inanılmaz bir sonuçtu çünkü ilk 10bine gireceğimden şüpheliydim. Çok sevindim ve aşk-ı şevkle LYS çalışmalarına başladım. YGS sonucumdan ne kadar memnun olsam da LYS çalışmaya başlamak beni yine paniğe sevk ediyordu. Çünkü korkunç bir şekilde LYS namına neredeyse hiç bir şey yapmadığımı fark etmiştim. YGS daha önce olduğu için bütün enerjimi ona ayırmıştım ve 2. bölüm konularını çok boşlamıştım. Sınava çok az zaman kalmıştı artık herşeyi yetiştiremeyeceğim belli olduğu için sadece belli şeylere ağırlık veriyordum. Şükürler olsun ki "Sınava bir kaç gün kala çalışmayı bırak, kafan karışır" öğütlerini dinlememişim. Mat-Geo. sınavından bir gün önce baktığım yerlerden soru geldi ve eğer bakmasam yapamayacaktım muhtemelen. Mat-Geo sınavı atlatıldıktan sonra Fizik-Kimya-Biyoloji için 8 gün kadar kalmıştı. Fiziği tamamen bıraktım. Kimya ve Biyoloji'ye ise insanüstü bir şekilde çalışmaya başladım. Günde bir kaç tane konu bitiriyordum. Bu artık ölüm kalım meselesine dönmüştü çünkü. Son anda ne yaptıysam o olacaktı. Ve bu son çalışmalardan dolayı da yine şükrettim. Sınavda Fizik bildiğim yerlerden geldi. Kimya olabileceğinden çok daha kolaydı(bilhassa Organik), Biyoloji'de ise önceden çıkmış soruların çok benzerleri vardı. Fen sınavında yaptıklarımı kontrol etmiştim ve sonuç iyiydi. Matematiğe ise bakmamıştım ve boş sayım çok fazlaydı; bu durumum yarattığı belirsizlik bende telaşa yol açıyordu.

En iyi ihtimalle 5binlerde bir sıralama bekliyordum, bu durumda da ilk tercihim Akdeniz Üniversitesi olacaktı. Sınav sonuçları Ramazan'ın 1. günü Cuma sabahı açıklandı. Yine uyku sersemi bir şekilde sonucumu öğreniyordum: Sonuç çok büyük bir süprizdi. Ama o anda bende bir şaşkınlık olmadı. Ekstrem durumlarda bana hep kal gelir zaten. Yakınlarımın cenazelerinde filan hiç ağlayamam kolay kolay mesela. O anda da benzer bir durum yaşandı. Ben 1757. olmuştum Y-
MF 3 puan türünde. Böyle bir şey KESİNLİKLE tahmin edebileceğim bir şey değildi. O kadar beklemiyordum ki bu durum için bir planım bile yoktu. Ama şartlar hemen kabullenildi tabii. Arkadaşlarımın da yardım ve desteğiyle hemen bir tercih listesi hazırladık, annem gönüllü babam biraz gönülsüz olarak onayladılar. İlk sıraya İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi(Çapa), 2. sıraya ise aynı üniversitenin Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'ni yazmıştım. Çapa geçen sene 1600 lerle kapattığı için Cerrahpaşa bekliyorduk. Ama sonuç beklentimizden farklı oldu yine.



Ramazan'ın son gecesi, son teravihin gecesi, (Miladi olarak) yine bir Cuma gecesi sevdiğim insanlarla birlikteyken bir arabanın içinde öğrendim, 1 yıllık emek, özveri ve duanın sonucunu: Çapa Tıp Fakültesi. Bir sene önce böyle bir şeyi hayal etmek bile benim için imkansız gibiydi. Ama olmuştu. Cenab-ı Hak "Bir şeyin olmasını isterse ona ol demesi yeterli" buna zaten inanıyordum, ama yakîn derecesine bu yaşananlar sonucunda vardım, o da varabildiysem. Ben her gün 26+26=52 km civarı yol giderken sık sık Mehmet Akif Üstadın "Atiyi Karanlık" şiirini dinliyordum. Bu bir vatan şiiriydi ama "... azmiyle ümidiyle yaşar hep yaşayanlar." dizesi sanki benim için yazılmış gibiydi. Ben bu yıl insanın bir umudunun, hedefinin olmasının ne demek olduğunu öğrendim. Öte yandan yıllardır vakit geçirmediğim kadar evimde vakit geçirdim. O evin benim de evim olduğunu anlamış oldum. Öğretmenlerimin, beni hep destekleyen sevdiklerimin, komşularımın, arkadaşlarımın -bilhassa da Tuba'nın- desteği ne kadar büyükse de, hiç biri annemin desteğinin milyonda birine erişemez. Benim için bu yaşında, hâlâ bir kasabada çalışan bu mükemmel kadın, bu yıl aslında benim ona yapmam gereken hizmetin doruğuna ulaştı bana karşı. Hazırladığı kahvaltılar, topladığı yataklar, benim yapmam gereken tüm işleri yapmasını geçtim benim bütün kaprislerimi çekmesi hepsinden daha önemliydi. Allah ondan razı olsun. Ne diyeyim.

Son olarak yazımı bir iftar dönüşü Tuba'nın arabasında Avam grubun benim için çok değerli olan 2 üyesine söylediğim biraz sâfiyane, ama üzerinde yaşadığım şokun etkisi olan cümleyle bitirmek istiyorum:

"Ben tıp kazandığım için çok mutluyum!"
Şükürler olsun.