Küçükken Sihirli Annem dizisini çok severdim. Karakterimdeki "sevdiği şeyleri 50 kere izleyebilme ve okuyabilme eğilimi"nden dolayı tekrarlarıyla birlikte defalarca izlemişimdir bu diziyi. O zamanlar ortaokula gidiyordum. Dizinin fantastik olmasından dolayı aldığı bir çok eleştirinin yanı sıra, geçen yılki yeni bölümlerinin "Amerikan Pastası" hâline gelmesi elbette biraz kaygı verici. Yine de çok severdim ben eski bölümlerini. Orada periler birbiriyle vedalaşırken "Sihirli Günler" derlerdi bir iyi niyet göstergesi olarak.
**
Değişik günlerden geçiyoruz dostlar, kimi zaman sihirli, kimi zaman acı verici, hep yeniliklere gebe...
Vatanımızın üzerinde kara bulutlar dolanıyor tabiri caizse son bir kaç haftadır. Ard arda gelen terör ve şehit haberleri. Çok büyük kazalar vs. Bir ihvanım Twitter'da yazmıştı "dualar eksildi son zamanlarda herhalde ki ülkemizdeki fenalıklar coğaldı..." diye. Çok doğru aslında. Ümmeti Muhammed için ne kadar dua ettiğimizi sorgulamamız lazım belki de biraz.
Elbette bu acılar hepimizin acısı. Lakin hepimizin kendi şahsi hayatı da var, heyecanlarla, mutluluklarla veya acılarla dolu.
Bendeniz de bu aralar öyle günlerden geçiyorum işte.
Bayram tatilimi Datça'da geçirmek ve mavi bayraklı denizden istifade etmek fırsatım oldu. Ailemle birlikte vakit geçirdim.
Dönünce evime çok kıymetli bir misafir geldi. Ailemden biri gibi olan biri...
Sonrasında ise İstanbul yolcusu olduk.
İstanbul olayı benim için çok farklı aslında. Ben İstanbul'da doğdum ve çocukluğum burada geçti. Sonra hayat bizi -şükürler olsun ki- önce Antalya'ya sonra Burdur'un beldelerine savurdu. Yaşananlar, İstanbul'un kalabalığı, küçük yerlerin samimiyetini geç bulmamız vs. bütün bunlar üniversite hayatında İstanbul'u asla düşünmemem gerektiği mesajını veriyordu bana. Ben Eskişehir, Ankara ya da Erzurum istiyordum niyeyse. Bu şehirler hakkında hiç bir fikrim olmamasına rağmen. Ve lise hayatım boyunca da İstanbul diye yanıp tutuşanları hep bu şehirden soğutmaya çalıştım. O zamanki yaşımın vermiş olduğu hallerden dolayı da belki, üslubum sert oluyordu kimi zaman. Kınamış ya da büyük konuşmuş olacağım ki İstanbul'dan kurtulamadım bu konuşmalardan sonra :)
Önce Fatih Üniversitesi mevzusu çıktı. O sıralar Fatih ve Bilgi Üniversiteleri dışında başörtülü alan bir yer varsa bile, biz bilmiyorduk. Fatih'e gidebilmek hayatımızın bir numaralı amacı hâline gelmişti. Ve Allah nasip etti. Biyoloji bölümüne öyle bayıla bayıla gitmesem bile, istemeyerek de gitmemiştim. O yüzden okula başladığım ilk günlerde servis arabası kampüsün yanına varıp garaja girmek üzereyken o kuş bakışı ve heybetli manzara, bende "gözleri doldurma etkisi" oluşturuyordu. Fatih demek benim için duaların kabulü demekti çünkü.
Sonrasını blogumu takip edenler bilir, bir çok olay ve şart, benim Fatih Biyoloji'den ayrılmaya karar verme sonucumu doğurdu. Geçen sene kaydımı dondurdum, ve bir daha buraya döndüğümde, ne hâl üzere döneceğimi merak ederek belki de, okula veda ettim.
Bu yıl sınava hazırlanma periyodumda da İstanbul yine birinci elden düşündüğüm bir yer değildi aslen. Danışman hocamız hedefimizi sorduğunda Cerrahpaşa Tıp demiştim; ama bu benim ütopik hedefimdi. Yani, bilgisayar mühendisi olmak isteyen herkesin Bilkent kazanmak istemesi gibi bir şeydi. Olmasına hiç ihtimal vermiyordum. Hep Antalya'yı, Akdeniz Tıp'ı kazanabileyim ne olur Allah'ım psikolojisindeydim. Orayı kazanmak bile benim için o an imkansıza yakın gözüküyordu çünkü. Ama sonra, nail olduğum lütuflar, kaderin cilvesi ve belki de yine o büyük konuşmalarımın sebebiyle kendimi Cerrahpaşa Tıp'tan da yüksek puanla öğrenci alan Çapa Tıp'ı kazanmış olarak buldum. Böylece, en azından şimdilik dünyaya geldiğimden beri yaşadığım yerler, bir daire oluşturmuş oldu:
İstanbul-Kemer-Antalya-Burdur-İstanbul
Elbette hayatımızın bundan sonraki kısmında bu daire çözülür de düz bir zincire mi dönüşür, yoksa bu hâlini muhafaza mı eder, bilemeyiz...
İstanbul'a gelir gelmez, hemen o gün Fatih Üniversitesi'ne yollandım. Okuldan ilişiğimi kesmemin ve Toshiba Satellite'ımla vedalaşmamın zamanı gelmişti. Okulda işlerim kolay oldu diyebilirim, birkaç birime birkaç belge imzalattım ve son olarak bilgisayarımı teslim etmek üzere bilgi-işleme gittim. Orada çalışan abimiz, bilgisayarın bende kalması konusunda oldukça istekliydi. Bana makul denebilecek bir fiyat karşılığında pc'yi satın almamı teklif etti, ben de aileme istişare edip kabul ettim. Bu sayede hem yeni bir bilgisayarın getireceği mâli külfetten kurtulmuş oldum, hem de eşyalara bağlanabilen biri olarak, bu çok sevdiğim eşyamdan ayrılmamış oldum. Her şey bittikten sonra, lise diplomamı ve Çapa'da derslerimi saydırmama yarayabilecek bazı belgelerimi almak üzere Öğrenci işlerindeydim. Ne ilginç bir tevafuktur ki o gün 3 Eylül'dü: 3 Eylül 2009'da Fatih'e kayıt yaptırmış, 3 Eylül 2012'de ise yeni umutlara yelken açmak üzere oradan ilişiğimi kesmiştim. Öğrenci işlerinden gözlerim dolu dolu çıktım. Mutlu olmak için bazı şeylerden vazgeçmemiz gerektiği çok açık, yine de... "Hem ağlarım; hem giderim." diye bir şey var...
Ertesi gün Çapa'ya gittim. Teyzemin Beylikdüzü'ndeki evinin neredeyse önünden geçen bir ekspres otobüsün Çapa'nın da önünden geçiyor olması, hayata olan umudumun artmasına sebep oldu. Ufak tefek bir kaç aksilik ve kampüs/hastane bahçesi benzeri mekanın içindeki bir kaç kaybolma tecrübesini saymazsak "Lilinin tereyağından kıl çeker gibi yaşaması" gibi işlerimi hallettim diyebilirim.
Son iş kalacak yer ayarlamaya kalmıştı. 3 kıştır gurbetteydim ben, ve artık sılaya varmak istiyordum. Şükürler olsun bu sefer nasip oldu. Okula yakın, tıpçı kardeşlerimizle kalacağım bir ev nasip oldu gibi şimdilik. Daha gidip göremedik, ama o da olur inşallah. Rabbim kıymetini bilebilmeyi ve hakkını verebilmeyi nasip etsin.
Artık işlerimin hepsi bitti sayılırdı, ama yine de İstanbul'daydım. Yapacak hiç bir şeyin olmadığı günlerde; yapacak, düşünecek, korkacak, hayal edecek çok şeyler çıkar bazen. Ve inanamayacak. Hayat bu en nihayetinde...
Hele de sihirli sabahlara uyanıyorsanız, ya da sihirli sabahlara kadar uyumuyorsanız, böyle şeylere hazırlıklı olmalısınız...
Beylikdüzü sabahları çok güzel.
**
Hepinize sihirli günler...
*******
Bu kuklaların kukla olmadığı besbelli
Ne söyledilerse tıpıtıpına gerçek besbelli
Altın saçlarını yana atışı yok mu Lilinin
Lilinin yağdan kıl çekercesine inanışı
Lilinin yağdan kıl çekercesine yaşayışı yok mu
Kuklalar titremesin ne yapsın
Adam konuşmasını bilmezse ne yapsın
Kuklaların kukla olmadığı besbelli
Lilinin çekip gideceği besbelli
Lilinin dönüp geleceği besbelli
Ekmek ha bakkalın olmuş ha Cabaret de Paris'nin
Sen herhangi bir ekmek yiyeceksin işte Lili
Ekmek ne kadar Allahınsa Lili de o kadar Allahın Lili
Yüzün ruhun kadar aydınlık ya Lili
Gönlün soğuk sular güzel aynalar gibi ya Lili
Anladın ya kutunun içinden çıkan mendil
Olamaz Üsküdardan geçeriken bulduğun mendil
-Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Lili
Demek bizi bırakıp gidiyorsun Lili
Sen daima güzeller güzelini bulursun Lili
Sen istesen de taş yürekli olamazsın
Sen daima güzeller güzeli olursun Lili
Demek gideceksin arkana dönüp bakmayacaksın
Hangi kuş hangi şafakta ölecek görmeyeceksin
Öyleyse al bu kürkü bu veda kürkünü Lili
Tüyleri şiirler olan bu mahcup kürkü
Sen daima Sultanlar Sultanı olursun Lili
Demek sen gidiyorsun Lili
Bizi öpmeden mi gideceksin Lili
Lilinin güneşin altında duruşu yok mu
Perdeleri sıyırıp çirkin adamı burnundan yakalayışı yok mu
Eline bavulunu alışı yollara koyuluşu yok mu
Çirkin adamın güzel adam oluşu yok mu
Yaklaşıp onu saçlarından yakalayışı
Uzaklaşıp yollarda yol oluşu yok mu
Lilinin bir tavşan gibi koşuşu
Keklik gibi dönüp bakışı ve yıldırım gibi koşuşu yok mu
Adam da tam o zaman kapıdan çıkmaz mı dışarı
Lilinin adamın boynuna çocukça ve çılgınca atılışı yok mu
Ben konuşmasını bilmem Lili
Sezai Karakoç